Roxy, Taksim / Istanbul
21 Mayıs – 11 Haziran, 2008
Sanatçılar: Başak Kaptan, İlke Yılmaz, Sinem Baykal, Zekiye Sarıkartal
Modernleşme, insani özelliklerin, bizzat insan tarafından üretilmiş şeylere, sonra da kendi kendine işlerlik kazanan ve nihayet insanı, şeylere dönüştüren bir çeşit yabancılaşma fetişizmi sürecini hızlandırdı. Günümüzde, çoğumuzun bildiği ve üzerine çok sayıda tanımların yazıldığı o sancılı duygusal durumla daha sık karşı karşıya geliyoruz. Marx’ın sözüne ettiği sanayi ürünleri ve iş süreçlerinden taşarak tüm kültüre, cinselliğe, insan ilişkilerine, bireysel içtepi ve fantazmalara kadar yayılan ‘yabancı’ olma hali, bilinçle gerçeklik arasında bir çizgide yoğunlaşıyor. Peki, bu çizginin belirsizleşmesi ile tetiklenen yabancılaşma, bilincin oluşumunu ve gelişimini sağlayan bir etken mi, yoksa, kendi dışına çıkan bilincin imdat çağrısı mı? Bu türden sorular ve kavramlar üzerine kurgulanan ‘Yabani’ başlıklı sergi de, sanatçıların tedirgin edici yabancılıklarını, herkesin içinde taşıdığı çoğullukla başbaşa bırakmaya girişiyor.
Sanatçıya ait bireysel/ayrı bilinçten, toplumsal/ortak bilince, yani herkesin içinde biriktirdiği yabancılığın yeniden irdelenmesine alan yaratan sergi, ancak kendi ‘doğa’sında var olan ve başka bir ortama/sisteme girdiğinde yabancı kalan bir hali tanımlıyor. Hayvan ve bitkilerin kimi tanımlarında evcil/ehil olmayanı belirten ‘yabani’, dilimizde toplumsal olmayan/yalnızlığı seçen bireyi nitelemek için de kullanılıyor. Kelime, insanın doğaya yabancılaşması/doğadan kopması ve yeni bir tür kültürel/toplumsal doğa yaratması ya da insanın kendi doğasına yabancılaşması gibi karşıtlıkları içinde taşıyor. Çağdaş sanat, karşıtlıkları ve çelişkileri sorgularken sanatçı da, bu karşıtlıklarda görece olan gerçeği değil gerçeğin kendi alanını arıyor. Belki de sürekli değişen bir dünyada sürekli değişiyor olmakla sanatçı, iyileşmez bir yabancı olarak varoluyor.
Başak Kaptan’ın, monitörde izlenen ‘Ön Cam Hikayeleri’ animasyon tekniği ile oluşturulmuş ve iki bölümden oluşan bir video. İzleyici, bir arabanın ön camından dışarıdaki siyah/beyaz boğaz manzarasına bakıyor. Hareketlenen nesneler ve seslerle birlikte bu tozlu, örümcekli ve terkedilmiş ‘serçe’ marka otomobil, bir oyun sahnesine dönüşüyor. İkinci bölümde ise, kamyon şoförlerinin vazgeçilmez aksesuarları olan çeşitli çıkartmalar yine ön camda beliriyor. Arabesk ifadeler belirdikçe, fondaki ‘yabancı’ ses bunları çevirmeye çalışıyor. Her iki durum da, bir kültürün kendine özgü sembollerinin başka bir dile çevrilmeye çalışıldığı anda nasıl bir yabancılaşma yarattığı ile ilgileniyor. Sanatçının, diğer bir videosu da, siyah beyaz cizgi animasyon filmi. Filmde, uzaktan bir ‘göz’ün izlediği teras katındaki bir ailenin uçurdukları güvercinler görülüyor. Ailenin sıradan bir anı, zamanın içinden kopartılarak galeriye taşınıyor.
İlke Yılmaz, ‘Turkish Melodram’ isimli yerleştirmesinde, yeşilçam melodramlarının kadın kahramanı Türkan Şoray’ı imge olarak seçiyor. Bize ait bir kültürün parçası olarak beliren bu kadın/figür, yeşilçam filmlerinde, ‘feminen’ hassaslığın bir sembolü iken diğer yanda gözüpek ve güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda, kadın olma halinin çokyönlülüğü, seçilen imge ile benzeşiyor. Bu fotoğrafı fonda duyulan bir replik destekler. Bu ses, Hülya Koçyiğit’in rol aldığı ‘Kezban’ filminden alınan bu repliktir ve Fransızcadır. Dialogta esas kızdan hoşlanan adam, kızı bir Fransız lisesinde ziyaret eder. Fakat Kezban gururundan genç adamla görüşmeyi reddeder, ama Fransız öğretmenle esas oğlanın konuşmalarını gizlice dinler. Bu durum, aslında sanatçının yaşamına ait kimi anları karşılamaktadır. Fotoğrafa ve Türk filmi repliğine eşlik eden, sanatçının gözyaşlarıyla ıslanmış kağıt mendiller ise, kadınsı kırılganlığa, belki de bunun arkasına gizlenen keskin bir tekinsizliğe işaret etmektedir.
Sinem Baykal, modern toplumun ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yeni ‘insan’ doğasını bir yerleştirme ile tartışıyor. Sanatçı, karıncaların sosyolojik yapılarını, hayat şekilleri açısından makinalaşmış ve robotlaşmış topluma benzetirken, mikro-evren olarak tasarladığı ‘Mechanicalscape’de mekanikliği, sanayileşmeyi ve teknolojiyi anlatıyor. ‘Mechanicalscape’i, “Günümüzde bilgisayar, telefonlar, her türlü elektronik plaka tıpkı beton, metal ve çelik yapılar, fabrikalar, evler, uzay üsleri, uydular, teknolojiyi ve sanayiyi sembolize edecek herşey gibi heryere dağılmış durumda. Bilgisayar bir mekan ve bizler artık bilgisayarın içinde, üstünde, etrafında yaşıyoruz. Dünyaya uzaydan baktığımızda gördüğümüz şey bilgisayar parçasında gördüğümüzle aynı.” sözleri ile tanımlayan sanatçı, bilgisayar parçalarını tekrar şekillendirip birbirine bağlayarak bir çeşit şehir planı/ haritası oluşturuyor.
Zekiye Sarıkartal, izleri ve imgeleri, çeşitli araç/yöntemi bir arada kullanarak işlerken, izleyicinin çalışmaları ile sorgulayıcı bir ilişki kurmasını önemsiyor. Çalışmalarındaki dramatik etki, tanıdık imgelerin tekinsiz de olabilmelerinden kaynaklanan mahremiyet ile tamamlanıyor. Sanatçı, bu sergide iki ayrı fotoğraf baskısı ile yer alıyor. İki fotoğrafta da izlenen ‘yabani’ yaşam öğeleri, ‘insanın doğası’ anlayışı ile yakından ilişkili görünüyor. Etraflarından kesilerek yabani yaşamın içinden kopartılan formlar, oradan silinemeyecek boşlukları ile gittikçe daha fazla göze batıyor, yok olmanın tersine varlığını bu boşluk ile ıspat eden formlar, insanın kendi doğasından sonsuz kopuşunu hatırlatıyor. Topluma yabancı olmanın, karşıtlıkları ve çelişkilerini sorgulayan sanatçı, bu karşıtlıklarda görece olan gerçeği değil gerçeğin kendi alanını arıyor. Tanıdık malzemeler ile oluşturduğu karmaşık imgelerin, teknoloji ile birleşiminden doğan yabancılık duygusu, izleyenden, bildik ama karmaşık bir sezgi bekliyor. Tanıdık olanın gittikçe belirsizleşmesi ise, giderek tekinsiz bir etki yaratıyor.
Derya Yücel
Mayıs 2008, İstanbul