“BİR BAŞKA EVRENİN İKLİMİ”
Cengiz Tekin - Sedat Akdoğan
Küratör/Derya Yücel
"Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren
bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz"[1]Bu çatlaklar, bize özgü olan ve başkasına devredemeyeceğimiz kaderimizdir der Daryush Shayegan. Doğu ve Batı ile Gelenek ve Modernite gerilimini tarihsel ve felsefi olarak ele alan yazar, medeniyetlerin bilinçaltına yerleşmiş ve dünyayı algılayış şeklini belirleyen farklı ontolojik epistemeler üzerine eleştirel bir perspektif kurar. Ona göre, farklılıkların yarattığı çatlaklar arasında hareket etmeye çalışmak aslında insanın dünyadaki biricik deneyinin de iki yüzünü temsil eder. Çünkü çatışma ve uyumsuzluk ya var olan çatlakları derinleştirir ya da o çatlaklar arasında bağ kurma/anlama yönünde tetikleyebilir. Bu ikilik, yalnızca yeryüzünü paylaşan tüm sakinler için değil evrendeki hemen her olgu için geçerli olabilir. Doğu-Batı, Gelenek-Modernite, Ben-Öteki, İnsan-Doğa… Farklı dünyalar arasında bir diyalog olanağı, farklı dünyaların ancak eleştirel olarak yüzleşmelerine bağlıdır. Bu yüzleşme, ait olmadığımızı düşündüğümüz bir başka evrenin iklimini derinden hissederek ya da bir parçası edildiğimiz evrene dair tüm dayanaklarımızı derinden sarsarak gerçekleşebilir.
Cengiz Tekin ve Sedat Akdoğan’ın ortak üretimleriyle hayata geçen “Bir Başka Evrenin İklimi”, dünyamızı kırıp geçiren insani, kültürel, siyasi, ahlaki ve ekolojik yıkıma dair eli kulağında bir yok oluşun sancılarını ağırbaşlı bir şiirsellik ve naif bir ironi ile aktarıyor. Sanatçılara göre, insanın, kültürün ve tarihin yarattığı boşluklarda, farklı dünyalar arasındaki akımı kesintiye uğratan derin çatlaklar tüm evrenin en dipsiz temelini oluşturuyor. Temelde insanın yıkım gücünün simgesel bir yapı içinde verildiği birbirleriyle ilişkili 4 ayrı video çalışmasından oluşan “Bir Başka Evrenin İklimi”, ontolojik, zihinsel ve fiziksel sınırları araştıran, farklı dünyaları, alanları ve sistemleri bir araya getirerek kaynaştırmanın ağırlıkta olduğu bir yorumu barındırıyor. Sergide yer alan videolar, ironik dile sahip şiirsel bir kehanet ile olumsuzlamayı içeren aktarımı ötesinde, anlatımcı ya da slogancı bir tavra yönelmeden politik gerçekliklerin ve kurumsal aygıtların örtülü eleştirisini de kucaklıyor.
Farklı evrenler arasında çarpışan manzaraların kurgulandığı sergide izleyiciyi karşılayan ilk çalışma olan “Gelecek Manzara” adlı videoda, dingin bir doğa manzarasının içinde gizlenmeye çalışan karşılıklı konumlanmış ve çalışır haldeki iki inşaat mikseri izleniyor. Bu manzara, “el değmemiş, ideal bir doğa temsili” olarak değil doğaya karşı insan edimine dair sembolik göstergelerden oluşan bozulmuş bir manzara olarak beliriyor. İnsan ve doğa arasındaki ambivalan ilişkiye gönderme yapan “Gelecek Manzara”, bu ilişkinin geri dönüşsüz biçimde değiştiği, bu dönüşümün sonuçlarının yaşanmaya başlandığı Antroposen Çağı’nda eko-sistem ve ekoloji krizine sosyal, kültürel ve politik perspektiften işaret ediyor. Sanatçı ve doğa arasındaki ilişkinin bir temsili olarak manzara, doğanın yüce ve ehlileşmemiş/evcilleşmemiş unsurlarını duyumsatmıyor. Bu manzara, zamanın yarattığı tahribat, artan üretim-tüketim ilişkilerinin neden olduğu ekonomik krizler, gelişen bilişim-ulaşım dünyasının ivmelendirdiği kültürel çözünmeler, kentleşme ve nüfus artışı ile yüz yüze olduğumuz bir kıyamet ve yok oluşun çağrısını fısıldıyor.
Felsefe, teoloji ve kültürlerin farklı biçimlerde yorumladığı ölüm olgusu, yalnızca biyolojik yok oluş değil kişisel, toplumsal, kolektif, düşünsel ya da varoluşsal bir kayıp olarak da ele alınır. Baudrillard’a göre ölüler ve canlılar arasındaki birliğin parçalandığı, ölüm ve yaşam arasındaki değiş tokuşun yok edildiği, yaşamda bir yeri ve anlamı olan ölümün bu konumuna bir son verildiği, ölüm ve ölülere yasak konulduğu gün ilk toplumsal denetim biçimi de ortaya çıkmıştır. “Ölümün yerinden edilmesi” kavramı, “doğal” olmayan bir ölümde yok olmanın yakışıksızlığını vurgular ve savaşların, siyasal ya da başka türden şiddet uygulamalarının, ırkçı, sömürgeci, cinsiyet ayrımcı ya da başkaca kıyımların yol açtığı kayıpları ifade eder. “Ölümün yerinden edilmesi”, ölümün haysiyeti ve hiyerarşisi dışında ölüm kavramının farklı bağlamlarda, farklı kurgu, gözlem ve duyumlarla algılanarak yorumlanmasına dair bir öneri taşıyan “Son Sürat” ve “Olmayanın Bakışı” videoları, ölüm ve tanıklık olguları arasında kurulabilecek bir analojiye de referans veriyor. İki cenaze aracının yarışının izlendiği “Son Sürat”de araçlar birbirleri ile kıyasıya rekabet ederek, bilinmeyen bir hedefe doğru hızla yol alıyorlar. Bizi nasıl bir geleceğe/sona hazırladığını bilemediğimiz bu yarışta nerede konumlandığımız bir muamma olarak izleniyor. Bu yarışta, cenazenin kendisi mi, cenazenin sahibi mi yoksa cenaze aracının sürücüsü mü olduğumuza dair bilinmez bir açıklıkta belki de yalnızca tanıklık ediyoruz. Ölüme tanıklık etmenin olanaksızlığıyla tanıklık eden insanların izlendiği “Olmayanın Bakışı” ise insanın yaşamdaki son hikayesi üzerine mesafeli bir bakışı sunuyor. Bu bakış, gidenler ile kalanlar, ölenler ile yaşamaya devam edenler arasında bir geçişin olmadığına, tanıklığın imkânsız bir deneyim olarak mümkün olduğuna dair bir gizi barındırıyor. Burada tanık aynı zamanda izleyicinin kendisi, izleyici sahnenin tanığı, sahne ise temsilin alanı olarak beliriyor. “Olmayanın Bakışı” toplumsal iyileşme, temsil edilebilir olmayanın temsiliyle, onun sembol sistemine kaydedilmesiyle gerçekleşeceğine dair bir umudu içeriyor. Sanatçılar, ötekinin yüzünü, ötekinin bakışını, tarihin yüküyle yüzleşebilmeyi anımsatan bu bakışı, son yolculuğa çevirip kendi hikayemizin de biteceği şekliyle son bir kez size, bize, onlara bakmayı deniyorlar.
Doğum ile ölüm, İnsan ile doğa arasındaki çelişkilerin birliğini ve her an birbirlerine dönüşebilme potansiyellerini temsil eden bir metafor olarak toprak “Yuva” isimli videonun zeminini oluşturuyor. “Yuva”da, bütün kırılgan olguları, yaşamları ve ölümleri birbirine bağlayan bir ortaklık zemini olarak toprak, soya, kökene, aidiyete de dair bir vurgu içeriyor. Toprak, hemen her dönem insan varoluşunun temeli ve hayatın kaynağı olarak görülmüş, İlksel dönemlerden pagan toplumlara, mitlerden toplumsal ritüellere dek insanların yaşaması için gerekli ne varsa veren dişil unsur olarak bir metafor olmuştur. “Yuva”, “Medeniyet”lerin uğruna savaşlar verdiği toprak üzerinde eril kahramanlıklara övgüler düzmek yerine, toprağa yalnızca minnet edebilmenin ve saygı göstermenin haklı bir umudu doğurabileceğine dair bir algıyı da saklı tutuyor. Videoda, geçmiş, bugün ve gelecek üzerine bir akışı çağrıştıran hareket döngüsü içinde toprağa gömülmüş kimi açık kimi kapalı pencereler izleniyor. Her biri kapanan ya da açılan farklı hikayeleri barındıran bu pencereler, İçine hapsedildiğimiz ya da sığındığımız bir yerin gözleri, çifte simgeselliğe sahip temas alanları olarak hem özgürlüğün hem de tutsaklığın metaforunu içeriyor. Sanatçılar, bu pencerelerden içerinin ve dışarının diyalektiğine, dışardaki içerdelik ya da içerdeki dışardalık arasındaki tekinsiz boşluğa, üzerinde yaşadığımız topraktan, üzerimize atılan toprağa, durduğumuz “yer(in)” altından öteki tarafa bakmaya çalışıyor.
Cengiz Tekin ve Sedat Akdoğan, “Bir Başka Evrenin İklimi”nde, insan-doğa, ben-öteki, birey-toplum ilişkisinin geri dönüşsüz biçimde değiştiği bir çağda farklı kılınan dünyalara dair derin çatlakların boşluğunda geziniyor, izliyor ve yorumluyorlar. Sanatçılar, bu izlenimlere yalnızca gönderme yapmıyor ya da öznel bir kurgusallık içinde yorumlamıyor, onları farklı kılınan iklimlerin tümünde ve sonsuz boşlukları içinde yaşıyorlar.
[1] Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Çev. Haydun Bayrı, Metis, 2014