Roxy Club, Taksim / İstanbul
13 Şubat - 5 Mart 2008
Sanatçılar: Anna Heidenhain, Gül Ilgaz, Miguel Rothschild, Nezaket Ekici
Sanat tarihi adı verilen anlatının çerçevesinde sahnelenen nesneler bütünü ‘Sanat’ı niteleyen bir tanım. Başlangıcından bugüne sanat disiplini içinde yer alan, sanat tarihsel tanımıyla, medyumluk yeteneğine sahip her öznenin ortak paydası bir şeyi ‘gösterme’si olmuş. Bu, geçmişte olduğu gibi bugün de, ister bir tasvir, ister bir imge, düşünce ya da tanımlama olsun, sanat üretiminin yörüngesi sanatçısının yönünü biçimlemekte ve iletmekte. Geçmişin ‘bilgin-düşünür-zanaatkar’ olarak tarif edilen sanatçısı, bugün, ‘girişimci-politikacı-yönetmen’ olarak tanımlanabilir bir figür biçiminde karşımıza çıkmakta. Günümüz sanatçısı, sanat tarihinin ölü form ve işaretlerine bağlanmak, onları estetize etmek yerine bugünle ilişkilendiren üretimler ortaya koymakta. Bu sorgulama, anlamlandırma, eleştirme ya da anımsama girişimleri, günümüz sanatının algısal/deneysel ve katılımcı model önerileri çerçevesini kapsamakta. Sanatçılar, kimi zaman, başka sanatçılar tarafından yapılmış çalışmaları ya da hazır olan kültürel ürünleri yorumlamakta, yeniden üretmekte, yeniden sergilemekte veya kullanmakta. Bu yönelimli sanat üretimi, bilgi çağında küresel kültürün hızla yayılan kaosuna bir tepki gibi gözükmekte. Sanatçılar, yeniden-üretimleriyle, bu sergide de olduğu gibi, üretim-tüketim, yaratı-kopya, hazır nesne, ebediyet-geçicilik, tekillik ve orjinallik gibi geleneksel ayrımları mesele edinmekte.
“Manipule” başlıklı sergide yer alan sanatçılar da, ‘tabula rasa’ ya da ‘ex nihilo’ kavramı gibi özerk bir form yaratmaktan çok, tüm bu sanat tarihsel referanslar yığınından nasıl tekillik ve anlam üretebiliriz sorusuna odaklanıyor. Böylelikle, sanatçılar, ‘yeni’ formlar yaratmaktan çok varolan imgeleri remiksliyor ve sayısız kesişme yolu/olasılıkları tespit ediyor. Söz konusu olan yaklaşım, Duchamp’ın “...bir ‘şey’e yeni bir fikir getirmek zaten bir üretimdir” önerisinden yola çıkıyor ve sanatçılar, ‘alıntılaması’ ya da ‘aşılması’ gerekli görülen sanat tarihsel nesneler evrenine değinmeyi değil, bu evreni manipule edilecek ve kullanılabilecek araçlarla dolu bir kaynak olarak görüyor.
Sergide yer alan işler, biçimsel olarak heterojen olmakla birlikte hepsi de daha önceden üretilmiş olan yapıtları/formları kullanıyor ya da referans veriyor. Sergideki yapıtlar, sanat tarihi içinde yer almış üretimleri yeni bir senaryoya sokarak, onları bir öyküde bir karakter olarak ele alıyor. Geçmiş sanat yeniden dolaşıma sokuluyor ve yön değiştiriyor...
Anna Heidenhain, serginin başlığı ile yola çıkıyor ve ‘that’s how we do it’ isimli çalışması ile ‘Manipülasyon’, kelimesinin anlamı üzerine eğiliyor. İnsanlar arası manipülasyonda, serbest seçimde bulunmaya dayalı bir özgürlük duygusu ve hatta özgürlük illüzyonu büyük önem taşımakta. Zira özgürce razı olmak, zorlamasız itaat etmek, manipülasyonunun temel karakteristiği olarak açıklanmakta. Sanatçının, ‘that’s how we do it’ çalışması da, dilbilimcilerin günlük yaşamda konuşurken ve dinlerken birbirimizi manipule ettiğimiz iddialarına dayanıyor. Dilbilimcilere göre aslında bu etkileme/değiştirme eylemi olumsuz değil. Onlara göre, böylelikle farklı bir içerikte yeni bir dil bulma ve yaratma potansiyeli oluşuyor. Sanatçı bu etkileme eylemini sanat tarihinde arıyor ve ona göre manipülasyon, sanat tarihinde oldukça sık karşımıza çıkıyor. Heidenhain çalışmasını, “Artık tek doğru yok, birçok insanın fikrini içeren çözümler üretebilmeliyiz. Fakat birçok düşünce modelini dikkate aldığınızda, diğerlerini gözardı etmek ya da düzeltmek zorunda kalacak ve belki de size uyan pragmatik çözümler üreteceksiniz.” sözleriyle tarif ediyor. ‘that’s how we do it’ da bizi çevreleyen pragmatik bir çıkmaz, bir ikilem ve bir şans olarak okunuyor.
Gül Ilgaz, 2007 yılında, Fransız sanatçı Jeanne Lacombe ile birlikte bir kültürel değişim projesi üzerinde çalışmak için sanatçının Toulouse’daki evinde kalır. Bu dönemde 19. yüzyıl Fransız sanatçılarının yapmış oldukları tabloları yakından inceleyen sanatçı, akademik resim sanatının biçim/formlarını gündelik yaşamına ait imgeler ile yeniden kurgular. “Mutfak” adlı çalışma bu sürecin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Gül Ilgaz, ‘Mutfak’ta, sanat tarihinin ‘ideal güzellik ve ebediyet’ vaadini, 19. yüzyıl Fransız resmine manipule ederek gündeme getiriyor. Diğer yandan ‘sıradan, geçici ve gündelik yaşama’ dair anlık bir görüntüye tablodan alınma bir kesit ile müdahale ederek farklılıklara aynı çerçevede işaret ediyor. Sanatçı, biçim olarak pentür ile fotoğrafı bir araya getirirken, içerik olarak da geçmiş ile bugünü ve bu iki durumun çelişkilerini birbirleri ile ilişkili bir biçimde izleyiciye sunuyor.
Miguel Rothschild’in, “Mesih’in Karşı Saldırısı” isimli videosu melodramatik bir öykü ile başlıyor. Galeri sahibi bir kadın, sanatçının işlerini ve sanata dair eski moda romantik tavrını beğenmiyor. Sanatçı bu reddediş sonucunda bir yıkım yaşıyor ve galericiyi zehirlemeye karar veriyor. Ne var ki, tüm beceriksizliği ile içecekleri karıştırıyor ve istemeden kendi hüzünlü sanatçı yaşamına son veriyor. Hikaye bundan sonrasında uzun bir cennet-cehennem-evren yolculuğu ile devam ediyor. Sanatçı, öyküyü bir film kurgusu ile anlatıyor. Film, klişeler, bildik mekânlar, tükenmiş temalar, sanatçının kendisine, kendi işlerine ve sanat tarihine göndermelerle dolu. Rothschild, cennet-cehennem tasvirlerinden, ucuz filmlerden, trajedilerden, komedilerden, çizgi roman ve aşk fotoromanlarından yararlanarak post-modern bir karışım oluşturuyor. Popüler kültüre dair bir ilahi, insanın varoluşuna dair en temel soruların tümüne verilen melodramatik bir yanıt gibi ortaya atılıyor.
Nezaket Ekici, Fransa’nın Atlantik kıyısında çektiği video-performansında okyanusun içinde görülüyor. Neredeyse tamamen suyun içinde kaybolan sanatçının başının bir bölümü ile yukarıya uzanmış kolları görülebiliyor. Ellerinde tuttuğu küçük bir müzik kutusundan Charles Trenet’nin ‘La Mer’ şarkısı duyuluyor. Yapıtın başlığı, “Ceci N'est Pas Une Mer / Bu Bir Okyanus Değildir”, Gerçeküstücü sanatçı Rene Magritte’in ünlü yapıtına referans veriyor. Ekici de Magritte gibi olağan objeleri ve görüntüleri büyülü bir şifreye dönüştürüyor. Müzik kutusundan yükselen şarkı okyanusu anlatıyor, suyun içindeki figür okyanusun bir parçası haline geliyor. Okyanus, şarkı ve gizlenen figür, gerçeküstü bir sahne oluşturuyor. Sürrealizm akımı içinde yer alan Rene Magritte, resim sanatını, bizi sonsuz bir güvenle bağlı olduğumuz akılcılığımızdan uzaklaştırmak için bir araç olarak kullandı. Nezaket Ekici de bu çalışması ile Magritte gibi bilincin denetimini aradan çıkarmaya girişiyor. İzleyiciye yüksek düzeyde doğal bir özgürlük vadediyor ve düşsel bir atmosfere sürüklüyor.