NEZAKET EKİCİ & DERYA YÜCEL
Eylül-Aralık 2012, Berlin-İstanbul
IMAGINE
Nezaket Ekici, “IMAGINE: yemek üzerine seçilmiş işler 2002-2012” başlıklı sergi ile 29 Kasım - 29 Aralık tarihlerinde Pi Artworks Galatasaray ve Tophane’de. Sergi, sanatçının özellikle son dönem performanslarında ele aldığı yemek/gıda kavramı çerçevesinde 2002-2012 yılları arasında gerçekleştirdiği çalışmalarından bir seçki sunuyor. Video, fotoğraf kayıtları ve sergiye adını veren performansı ile Nezaket Ekici, ‘yemek/gıda’ imgeleri ile şiirsel bir estetik uzam kuruyor. Aynı zamanda sanatçının performanslarında ‘yemek’, inanış/ritüel, korku/acı, yaşam/ölüm, tüketim/adalet, kalıcılık/geçicilik konularına ve sanat tarihine yönelik güçlü bir sembol olarak okunuyor.
Derya Yücel: Yemek konusu sanat tarihinde de ele alınan bir konu, kimi dönem sınıf, statü gibi toplumsal referanslarda bazen de son derece bireysel bir ifade ya da sanatsal çözümleme halinde. Senin performanslarında bu iki yaklaşım birleşiyor bana kalırsa. Yani aynı ifadede hem sosyo-kültürel, hem de tamamen sana ait bir hikaye var. Yemek konusunu performanlarında bir araç olarak kullanman elbette aniden ortaya çıkan bir karar değil sanırım, süreç nasıldı, paylaşır mısın?
Nezaket Ekici: Aslında o kadar da yeni birşey değil. Yemekle ilgili ilk performansım, Marina Abramovic ile çalıştığım ögrencilik dönemimde ortaya çıktı. 2002’de İspanya’da “Santiago Compostela”daki bir müzeye workshop için gitmiştik. Workshop’da 5 gün hiç birşey yemiyorsun, konuşmuyorsun, hiç bir şekilde iletişim yok, her gün meditasyon yapıyorsun. İlk workshop’umdu, birinci gün tamam, geçiyor, ikinci gün biraz zorlaşıyor, üçüncü gün oldukça zorlandım, hayaller görmeye başladım. Hem bir arınma hem de bedeni sınamak söz konusuydu. Herkes için ilginç bir deneyim olmuştu. İçimizden baziları çok hasta oldu, bazıları yapamadı. Ben de bu sürecin sonunda “180 Wishes’’ isimli performansımı ortaya çıkardım. Çünkü hem İspanya’daydım ve o kültüre göre, ülkeye göre bir iş yapmak istedim hem de orada geçirdiğim günlerde yaşadığım açlığı, bedensel iştahı abartılı biçimde göstermek istedim. Marina, bizi 3 dakika ile sınırlamıştı, ben de bu kısa zamanda etkili bir imaj yaratmalıydım. İspanyolların yeni yıla girerken 12 dilek karşılığında 12 üzüm yedikleri bir inanç var, ben bunu 3 dakikada 3 kilo üzümle yaptım. Sıradışı karşılandı. Ama enterasan olan sonraki yıl Almanya’da, bu sergide de izlediğimiz versiyonu yaptığımda, tamamen farklı yorumlar almasıydı. Tamamen başka türlü anlaşıldı...
DY: Bu aslında her işin icin geçerli. Bazı performanslarin belirli gelenekler ve kültürlerle ilişkiliyse ya da spesifik bir coğrafyaya/topluma ait alışkanlıklar ya da ritüellerden etkileniyorsa, bunu başka bir mekana taşıdığın zaman, farklı şekillerde okunuyor olması çok doğal, bununla karşılaşıyor olman da beklenmedik değil. Çünkü, senin söylegiğin bir şey var: Sen bir sanatçı olarak diyalog kurucu olmayı tercih ediyorsun. Başka insanlar, farklı toplumlar, kültürler hatta sanatsal tavırlar arasında bir diyalog kurucu. Mesela, sergideki başka bir video-performansından, “Salt Dinner”dan bahsedelim. Lut Gölü’nde İsrailli sanatçı Shahar Marcus ile yaptığın işbirliği ve farklı coğrafya ve kültürel algının ötesinde farklı sanatsal yaklaşımların bir araya gelmesi, iletişim kurması.
NE: Evet, Shahar Marcus ile birlikte düşündük ne yapabiliriz diye. Tel Aviv’deki Braverman Galeri’de birlikte gösterileceğimiz bir sergi için yeni ve kolektif işler yapalım istedik. İkimizin çalışma yöntemleri aslında çok farklı ve hiç beklemediğimiz kadar uyumu yakaladık hatta birkaç farklı iş ortaya çıkardık. Çünkü, O’da başka biçimde de olsa yemek konusuyla ilgilenen bir sanatcı,ortak bir araç bulmuştuk ama benim bedenimi zorlamam onun da ironik yaklaşımı birbirini etkiledi ve bu video-performans ortaya çıktı. Burjuva eleştirisi, tüketim, sürrealizm, hepsi var. Ama hiç kolay değildi, Lut Gölü’nde çok fazla tuz var ve bu suyla uzun süreli temas insan sağlığına zararlı. Ve biz 3 saat gölün içinde kaldık. Ayrıca yemekleri gölün suyuna batırıp çıkardık ve yedik, suyun içinde, güneşin altında piknik yaptık. Böylece sadece derimiz tuzlu suda kalmadı bir de içimize almış olduk. Bu çok zordu, ikimiz de sonrasında bir kaç gün hastalandık. Ama o deneyim çok önemliydi, birbirimizin sınırlarını görmeye çalıştık ve ortaya ilginç, sert ama şiirsel bir resim çıktı.
DY: Yalnızca bu işte değil, genel olarak hemen her performansında oldukça şiirsel ve masalsı imgeler kuruyorsun. Senin için, bedenin sınırlarını araştırmak, izleyici ile dolaysız iletişim gibi performans sanatının parametrelerinin ötesinde yaptığın işin görsel estetiği de çok önemli degil mi?
NE: Evet önem veriyorum, çünkü bir nedeni var. Ben öncelikle resim ve heykel eğitimi aldım, kaynağım o. Ve nasıl resmin doku, renk, biçim, ışık, form gibi öğeleri var, ben de bu bilgilerimi, bu estetik algımı performanslarım da kullanıyorum. Peki sen ne düşünüyorsun? Hangisi daha ön planda, estetik mi? mesaj ve beden mi?
DY: Dengeliyorsun. Günümüz sanatında aslında bu dengeyi kurabilmek hiç de kolay değil, elbette anti-estetik yaklaşımların dışında, bunu tercih eden ve benimseyen sanatçılardan bahsediyorum. Bazı sanatsal üretimlerde estetik geri plana atılıyor, işin mesajı, içeriği, kavramı ön planda tutuluyor. Ya da tam tersi. Sadece sanatsal/estetik kaygılarla içeriği zayıf hatta boş, dekoratif nesneler üretilebiliyor. Ama sen bunu uygun biçimde dengelebiliyorsun. Ve bana kalırsa bir ‘düşünce’yi sanat ‘yapıt’ı haline getiren de bu... Performanslarında kimi zaman benzer mesajlar var ama bu içeriği aktarırken birbirinden çok farklı araçları da kullanıyorsun. Ama genel anlamda hemen her çalışmanı sanat tarihi ile ilişkili buluyorum. Mesela bu sergide de ‘Balance’ ve ‘Living Ornament’ dışında “Picknick a la Nezaket Ekici” var. Berlin’deki stüdyonda bu fotoğrafı gördüğümde aklıma ilk gelen şey, Batılı oryantalist ressamların Doğu’ya bakışı olmuştu. Özellikle 17. ve 19. Yy.larda yapılmış olan Harem, Hamam ve Odalık konulu resimler... Ama sen hayali bir fanteziye, bu oryantal kadın figürüne abartılı ve ironik biçimde yeniden hayat vermişsin. Batı’nın algısını ti’ye almak gibi... Diğer yandan melez kimliğini düşünecek olursak, Türk kökenli Alman bir sanatçı olarak bazen her iki kültürün klişeleriyle oynuyor bazen de geleneğini, özelliğini kurcalıyor, bazen de sahip çıkıyorsun.
NE: Öyle mi diyorsun? Ben ne diyorum biliyor musun. Ben sanatçıyım diyorum. Türk ya da Alman olmak değil, benim için sanatçı olmak tek kimlik. Ama doğal olarak bu iki kültürden besleniyorum ama beni Nezaket Ekici yapan şey aslında ikisi de. Mesela sergide olan işlerimden “Flesh (No Pig but Pork)”da domuz etlerini kokluyorum, tanımaya çalışıyorum. Biliyorsun ben domuz eti yemem, bu benim için bir tabu değil ama bu çocukluktan beri bana öğretilen bir şey ve ben bununla yaşayabilmeyi bir performans gibi görüyorum. Bu iş, ilk 2004’de yaptığım ve bir mekanda domuzla beraber yaşadığım, onu tanımaya çalıştığım, kendi çelişkilerimle yüzleştiğim bir performansımın devamı. Ama dikkat edin ben yine domuza bakmıyorum, ona direkt dokunmuyorum sadece kokluyorum...bu tıpkı başka kültürlerde de olan ve yemekle, yiyecekle sınanan bedenler, inançlar, düşünceler gibi. Ya da farklı beş kıtada yaptığım “5 Senses... Food Collection” çalışmam gibi, hem kültürel hem estetik bir ritüel yaratmakla ilgileniyorum.
DY: Yani, ‘anlam’?
NE: Evet, çünkü benim için anlam çok önemli, “anlam” işlerimin bütününde hissedilmeli, görünmeli. Önce anlamı yaratmalıyım sonra ne gösteriyorum, ne için yapıyorum, bilmeliyim, emin olmalıyım... Ben bunu kendim için anlamalıyım, o zaman bu işi başkalarına gösterebilirim, paylaşabilirim. Benim için düşünmek/hayal etmek bir başlangıç ve bu serginin konseptini oluşturan yemek konusunda da hayalgücünü tetiklemek istedim. Evet, senin de daha bu sergiyi planlarken bana farkettirdiğin şey de buydu. yemeğin tadı, görüntüsü, formu yani bir estetiği zaten var. Ben o estetiği kültüre, geleneğe, dine, topluma, sanat tarihine dair ifadelerim ve düşüncelerim için bir araç yaptım. Ama elbette yanlış anlaşılmasın çünkü benim bütün çalışmalarım yemek konusuyla ilgili değil tabi. Sen bu sergim için bana küratoryal desteğini verirken oluşan bir fikirdi bu. Benim, özellikle 2008’den beri yaptığım işlerin çoğunda “yemek/gıda” ile ilişkili nesneler kullandığımı fark ettik ve bu serginin içeriğinde neden buna dikkat çekmeyelim diye düşündük.
DY: Evet, aslında tam da göstermek istedigimiz şey buydu çünkü. Bir çok farklı mesajı ve içeriği, birbiri ile ilişkili görüntüler / imgeler aracılığı ile ortaya koyabilmek. Senin sanatsal yönteminde hakim olan bu yaklaşımı, mekan ve zamanla sınırlı bir ortama, sergi formatına aktarmak... Zorlu ama oldukça keyifli bir süreçti. Tekrar sana ve ayrıca açık fikirli ve özverili evsahipliği için de Pi Artworks ekibine teşekkür ederim.