MÜRÜVVET TÜRKYILMAZ, NERİMAN POLAT & DERYA YÜCEL
Aralık 2014, İstanbul


BİR MEKAN, İKİ SERGİ ve KESİŞEN MEVZULAR

Derya Yücel: Depo’da gerçekleşen sergileriniz aslında birbirinden ayrı iki kişisel sergi. Her ne kadar pratiğiniz, malzemeleriniz, yöntemleriniz farklı olsa da sanki ortak bir duygudaşlık seziliyor. Bu sanırım temas eden kavramlarınız, diyalog kuran mevzularınızla ilgili. Paralel takvimde ve aynı çatı altında izlediğimiz sergileriniz rastlantı mı?

Mürüvvet Türkyılmaz: Aslında planlı bir süreç olmadı. Neriman bu sergi için hazırlanırken, neden benim de bir proje yapmadığımı sordu. Birikmişlerim çoktu ve Depo’da kapısını açınca bu sergi ortaya çıktı. Neriman’la daha önce bir kaç projede birlikte yer aldık. Özellikle kadın kimliği, içerisi dışarısı, iktidar, toplumsal bağlar gibi kavramlar üzerine kafa yorduğumuzu biliyorduk. Ama bu sergilerin hazırlığı sürecinde oldukça fazla ortak noktamız olduğunu farkettik. Evet, dediğin gibi bu işlerde benim ve Neriman’ın bahsettiğimiz meselelerle yüzleşme biçimlerimiz birbirimizden çok farklı. Neriman’da daha deneyimsel, net ve cesur, ben de daha içsel, örtük ve gizli.

Neriman Polat: Ve bunları gösterme yöntemlerimiz ayrı. Sanatsal pratiğimizin belirgin farkı, üretim biçimi ve malzemelerimiz dışında dünyayla aramızdaki mesafenin yansımaları bence. Duygulardan, duyarlılıklardan hareket etmekse ikimizin ortak noktası. Bu nedenle, hissiyat olarak iki sergi birbirine yakın bulunacaktır diye düşünüyorum.

DY: Neriman, sanat pratiğini var ederken cinsiyet meselesi üzerinden kendi varoluşunu, kimliğini ve duruşunu keskin şekilde ortaya koyuyor, Mürüvvet’de içerdeki soruları, sorunları araştırmada daha fazla kişisel belleğini bir yol gösterici olarak kullanıyor. Kadın sanatçı olmanız, ana akım sanat sistemiyle mesafeniz ve eylem birliğiniz bir duruş ortaklığına sahip ama.

MT: Evet, ben Neriman’ın üretimini daha ekpresyonist bir tavra sahip buluyorum, bendeyse daha fazla içsel anlatımlar hakim diyebilirim.

DY: Serginin adı ‘Ev Nöbeti’. Ev’e aynı zamanda bir tür kriz, atak hali de eşlik ediyor sanırım. Toplumsal nöbetlerin hane içinden yansıması gibi. Ve ‘kadın’ yine ana kahraman. Çoğu işte baskın olarak gördüğümüz kadın kimi işlerde kayboluyor, yok oluyor.  Ev’in içinde fiziksel anlamda olmama hali değil ama bu, duygusal ve zihinsel olarak da kaybolma durumu. Yokluğu da bir iz gibi varlığına işaret ediyor.

NY: Benim yıllardır üzerinde çalıştığım ev, mülkiyet, aidiyet, kent gibi konuların, aslında tüm sanat üretimime yansıyan kavramların bir uzantısı oldu. Ama bu kez içerden bakıyorum ev kavramına, hem dinamik bir şekilde bakmak hem de çoklu çağrışımlarıyla birlikte ele almak, bir taraftan da evin içindekilerle birlikte dönüşümünü de katmaya çalıştığım bir dizi işi kapsıyor. Ve onun ölümcül tarafları, iç sıkıntıları. Evin içindeki tekinsizlik, parçalanmışlık ve güvensizlik hissi ile haneden çıkıldığında da aynı sürecin dışarıda da sürmesi hali. Hiçbir yerde aidiyetin varolamaması ve ondan kaynaklanan sıkıntı. Ve en temelde bunları ‘kadın’ kimliği üzerinden işleyen bir sergi.

DY: Kadın kimliği ve cinsiyet kavramı dediğimiz anda özellikle son yıllarda beden üzerinden işleyen politikalar, siyasi iktidarların ar-adap tarifleri, gayrımeşru-meşru ilişki tanımları, tecavüz, kürtaj, pedofili evlilik, çocuk doğurma talimatları, kadın cinayetlerini düşünüyorum... Bu sergin bağlamında bir çırpıda ortaya dökülebilecek meseleleri direkt parmakla işaret etmek yerine, işler arasında kurulan bağlarla yoğun biçimde hissettiriyorsun. Hem de birbirinden farklı semboller ya da yerdeğiştirmelerle etkili biçimde yapıyorsun. Örneğin, toplumsal kodların ürettiği kadın’ı küçük bir kız çocuğu olarak gördüğümüz ve ayrılmaya, dışarı çıkmaya, bakmaya, aileden kopmaya adım atmaya cesaret edebilmiş küçük bir kızı gördüğümüz ‘Adım’da. Ya da bir mezarlık ve bir apartman girişinin hem formsal benzerliğine işaret ettiğin hem de bir metafor olarak kullandığın fotoğraflar ve onlara referans veren enstalasyonunda, ölüm, öc ve ev içini ele aldığın ‘Azrail’ serin...

NP: Benim işlerimi tetikleyen asıl mesele de kadın cinayetleri zaten. Bu konuyu dolaysız, direkt olarak anlatmak yerine, kızğınlığımı, öfkemi ve sıkıntımı akıttığım görsel üretimlerle oluştu bu sergi. ‘Ev-Mezar’da iki mekanın mimari ve tasarım açısından dikkat çekici benzerliği gözden kaçacak gibi değildi. Biri bedenin diğeri de ruhun ve zihnin gömüldüğü bir mekan olarak ikisini yanyana getirmek istedim. Sergiye adını verdiğim ‘Ev Nöbeti’de yaldızlı olarak bir mermerde gördüğümüz ama bir bakıma apartman levhası mı yoksa bir mezar taşı mı olduğunu kestiremediğimiz bir çağrışım yaratmak. ‘Azrail Kadınlar’, hikayesiz bir kurgu. Atıl bir inşa halinde, oluşmakta olan haliyle bir ‘ev’in içine girip dolaşan ve çıkıp giden azrail bir tür vicdan temsili bu fotoğraflarda. ‘Gece’ videosunda da başka biçimde karşımıza çıkıyor azrail, doğadan çıkıp geliyor, yine evlerde dolaşıyor. Doğurgan, verimli, değişken, dişil olarak tanımlanan doğa ve kadın ilişkisini düşünebiliriz burada ayrıca ölüm meleğinin cinsiyeti yoktur ya da en azından belirtilmez. Belki de kadındır ve bu işlerde bir tür ilahi adalet uygulayıcısı, bir tür intikam nöbetçisi gibi karşımıza çıkıyor.

DY: Bu çalışmalar dışında ‘Eşik’ isimli videonda, yine kadınlık, ev, hayalkırıklığı, öfkenin ötesinde bir isyan anı, özgürlük resti olarak kapıyı vurup çıkan kadınlar var. Yanlarında taşıdıkları devasa sırt çantaları oldukça ağır bir yük gibi görünüyor ama.

NP: Evet, kapıyı çarpıp çıkan bu 6 kadının yükleri ağır. Mücadele etmek, vazgeşmek, özgürlüğünü inşa etmek kolay değil çünkü. Bu yüzden huzursuzlar. Yatak dizisinde de tüm durağanlığı ve dinginliğine rağmen işlerin çoğunda hissedilen o huzursuzluğu yakın mesafenin gerilimi ve boşlukla vermek istedim. Ve bu tekinsizliğin yalnızca ‘içeri’de değil dışarıda da devam ettiğini, bu hikayeler bize uzak ya da yakın olsun, mesafelerin ne kadar ürkütücü olduğunu gösteren bir dizi fotoğraf ve video da paranoya ve korkuyu öne çıkardım. Kadının varolma çabası, baskı, ölüm, paranoya gibi kavramları ‘ev’in içinden rahatsız edici şekilde kurcalamak, o anları ortaya çıkarmakla ilgilendim. Aslında sergide yer alan işlerin hepsini birbirine bağlayan ve ortak meseleyi öne çıkaran şey, izleyicinin hep olmuş ya da olacak olan bir ana bakıyor olması.

DY: Biraz da otobiyografik izler buluyorum Neriman bu işlerde. Zorlu, mücadeleci, sisteme mesafeli bir kadın sanatçı olarak seni de görebiliyoruz. Bu nokta da Mürüvvet’in üretimleriyle diyalog kuruyor diyebilirim. Ev içi, aile ve kadın olma hali. Onun, bu sergideki işleri de otobiyografik ve içe dönük hikayeler gibi görünse de aslında bir noktada toplumsala da bağlanan bir anlatım çerçevesine sahip. ‘Sırlar Odası’ından başlayabilir miyiz Mürüvvet? Çünkü oldukça kişisel anı ve travmaları kapsadığını biliyorum.

MT: ‘Sırlar Odası’ında ben, bir türlü yüzleşilemeyen diğer yanda şeffaflık arayışını sürdüren, belirsiz bir alanda dolaşıyorum. Bu oda, bir tür bellek arkeolojisi yaptığım, kendi kişisel sürecime dair seçtiğim objelerle ipuçları verdiğim çeşitli düzenlemeleri kapsıyor. Bunlardan biri, babamın bir tarlada bulduğu kaplumbağa kabuğu, bir diğeri annemin oğlum için ördüğü kazaktan sökülmüş kocaman bir yumak ve videosu izleniyor. Alis’le bağlantı kurulabilir ve benim iç yolculuğuma ait bir imge olarak aile arabası ile uzun zaman pratiğime dahil olan ama bir süredir kesintiye uğrattığım desenler. Ama bu sergide yüzey değişerek şeffaf asetatlara dönüştü. Bunlar dışında 2008’de kaybettiğimiz babamın ardından 2009’da abimin vefatıyla yaşadığımız trajik travmalarla yüzleşme sürecime dair fotoğraflar, nesneler...

Bu odanın karşısında da Alis’in farklı bir versiyonu olarak ‘Alis Yüzeyler Diyarında’yı konumlandırmayı tercih ettim. Çünkü onun yolculuğu hem derinliklere hem de yüzeyden yüzeyedir. Dünyanın aniden durduğu bir an yaratan imgeler ürettim. Herşey hareket halindeyken ben öylece donakalıyorum bu fotoğraflarda. Kendi görüntümü merkeze alan bu işlerin fotoğrafçı vitrinindeki hareketli albümlerin bir benzeri üzerinde yavaşça dönmesi karşılıklı iki hareket yaratıyor. Farklı yönlerde ve farklı hızlarda. Belki de yaşamda alınan yönler, rotalar gibi. Ben de yolumu, güzergahımı arıyorum aslında ve yardımı da annelik deneyimimden, çocuktan alıyorum. Çocuk ruhunun ortaya çıkardığı bir haritadan ve bir coğrafyadan yararlanıyorum. Ve dünyayı öyle keşfetmeye çalışıyorum. Bu anlamda, sergide yer alan şeffaf branda malzemesi üzerine uyguladığım ve yazı-çizimden meydana gelen resimsel desenler bu yönelimin bir ifadesi oldu. O yüzden mekanı odalara bölmeyi tercih ettim. Hafıza, yaşam, ölüm gibi temel kavramlarla bağlar kuran bu odaların bütününü bir enstalasyon gibi düşünebiliriz.

DY: Sergide yer alan hareketli iki enstalasyondan birinde led bir ekran görüyoruz. Bu ekranda sürekli olarak ‘gittiği yere kadar’ cümlesi dönüp duruyor. Başlangıcı ve sonu olmayan, döngüsel bir sürecin altı çizilir gibi. Sonuç yok, önerme yok, belirsizlik taşıyan bir ifade olarak okunuyor. Sende ki karşılığı nedir bu durumun?

MT: Uzun zamandır belirsizliklerle uğraşıyorum ve devam ediyor. Kimlik, coğrafya, sınırlar gibi belirsizlikler benim için hep belkiyle başlar ve nereye varacağını bilemem. Ve beni belirleyen koşulları da bilemem. Ayaklarımın bastığı yerden ve olduğum durumdan, kimliğimi oluşturan koşullara kadar yaşamımı çevreleyen kodlara bir tür şüphe, bir tür kuşku eşlik eder. Bu nedenle kendime bir tanım yükleyemiyorum. Serginin adı da bu duruma referans aslında.

DY: Bu belirsizlikler bir sonuca götürüyor mu pratiğini, kaybolmadan yönünü bulma konusunda yol gösterici olarak kullanabiliyor musun?

MT: Evet, en azından güzergahları belirliyor ya da hep bir ipucu karşıma çıkıyor. Tıpkı ‘Alis Harikalar Diyarında’ki paralelliklerde olduğu gibi, kayboluşun gerilimi ve belirsizliklerde yeni katmanlar ve yeni derinlikler bulma hali her zaman ilgimi çekiyor. Bu sergi de, yolculuğumun yeni bir haritasını çıkarma, not tutuma, kaydetme girişimi olarak okunabilir.